Bazı filmler vardır, izleyip bitirdiğinizde jenerik akarken koltuğunuza çakılı kalırsınız. “Ne izledim ben şimdi?” sorusu zihninizde bir fırtına koparır. David Fincher’ın yönetmen koltuğunda oturduğu, F. Scott Fitzgerald’ın aynı adlı kısa öyküsünden uyarlanan “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi” (The Curious Case of Benjamin Button), tam da böyle bir film. Bir sinema şaheseri mi, yoksa 3 saate yayılmış melankolik bir varoluş krizi mi? İşte bu yapımı bir kült klasiğe dönüştüren, tam da bu tartışmalı doğasıdır. Gelin, zamanın nehrinde tersten yüzen bu adamın hikayesine, felsefesine ve sinemadaki unutulmaz yerine daha yakından bakalım.
Tersine Akan Bir Nehir: Benjamin Button’ın Konusu Ne?
Herkesin hayatı bir başlangıç ve bir son arasında, ileriye doğru akan bir zaman çizgisidir. Benjamin Button hariç. Film, I. Dünya Savaşı’nın son gününde, 1918’de New Orleans’ta başlar. Benjamin, 80’li yaşlarındaki bir adamın fizyolojisiyle, buruşuk derisi, kataraktlı gözleri ve zayıf kemikleriyle dünyaya gelir. Doktorlar yaşamasının bir mucize olduğunu söyler. Ancak bu “yaşlı” bebek, zamanla ölmek yerine gençleşmeye başlar.
Hayatını bir huzurevinde, kendisi gibi “yaşlı” görünen ama aslında ondan çok daha yaşlı ruhlarla geçirir. Takvim yaprakları ilerledikçe Benjamin’in bedeni gençleşir. Çocukluğunda orta yaşlı bedene; orta yaşlarında hayatının baharında bir delikanlı ve hayatının son demlerinde ise hafızasını yitiren bir çocuğa dönüşür. Bu tuhaf yolculuğun merkezinde ise hayatının aşkı Daisy (Cate Blanchett) vardır. Daisy normal bir şekilde yaşlanırken, Benjamin tersine yaşlanır. Hayatlarının tam ortasında, mükemmel bir denklikte buluşurlar; ancak bu buluşma, yaklaşan ayrılığın ve kaçınılmaz trajedinin sadece bir durağıdır.
Sadece Bir Film Değil, Bir Deneyim: Benjamin Button Neden Kült Bir Yapım?
Bu filmin kült statüsüne erişmesi, sadece Brad Pitt’in muhteşem oyunculuğu ya da epik anlatımından kaynaklanmıyor. Asıl sebep, izleyiciyi konfor alanından çıkaran, sorular sormasıdır.
1. David Fincher’ın Aykırı Yönetmenliği
“Seven”, “Fight Club” gibi filmlerin yönetmeni David Fincher‘dan kimse bu kadar duygusal ve melankolik bir film beklemiyordu. Ancak Fincher, kendi imzasını filme yansıtmayı ihmal etmiyor. Filmin her karesine sinmiş o kasvetli ve hüzünlü atmosfer, karakterlerin kaderine boyun eğmişliği, Fincher’ın “insan ne yaparsa yapsın sistemin çarklarından kurtulamaz” temasının bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Bu, filmi basit bir romantik dramdan çıkarıp, kaderci bir destana dönüştürüyor.
2. Zamana Meydan Okuyan Bir Aşk Hikayesi mi, Yoksa İmkansızlığın Anatomisi mi?
Benjamin ve Daisy’nin aşkı, sinema tarihinin en dokunaklı ama aynı zamanda en acımasız aşk hikayelerinden biridir. Tam kavuştukları, yaşlarının “denk” olduğu o kısa an, bir lütuf mudur yoksa bir lanet mi? Birlikte yaşlanamayacaklarını bilerek yaşanan bir aşk, ne kadar gerçek? Film, “doğru insan, yanlış zaman” klişesini alıp adeta gözler önüne seriyor. Film, romantizmden çok, zamanın ve biyolojinin acımasız yasaları karşısındaki çaresizliğimizin bir portresi olarak karşımıza çıkıyor.
Derin Sular: Filmin Tartışmalı Felsefi Yorumları
Filmi asıl unutulmaz kılan ve üzerinde günlerce konuşmanızı sağlayan felsefik tartışmalarıdır. Benjamin’in hayatı, bizim hayatımıza tutulmuş ters bir aynadır.
Kader mi, Tesadüf mü? Geriye Giden Saat Metaforu
Filmin başında, kör bir saat ustasının savaşta ölen oğlu için yaptığı ve geriye doğru işleyen istasyon saati anlatılır. Bu saat, zamanı geri alıp kayıpları telafi etme arzusunun bir sembolüdür. Peki, Benjamin’in hayatı bu saatin bir yansıması mı? Her şey önceden belirlenmiş bir kaderin parçası mı? Yoksa Daisy’nin kariyerini bitiren o talihsiz kaza gibi, hayat sadece bir dizi tesadüften mi ibaret? Film bu soruların cevabını vermeyi reddederek topu izleyiciye atıyor.
Gençlik Bir Lütuf mu, Yaşlılık Bir Ceza mı?
Toplumumuz gençliği yüceltir, yaşlılıktan ise korkar. Benjamin’in hikayesi bu denklemi altüst eder. O, yaşlılığın getirdiği fiziksel çöküşü hayatının başında, bilgeliği ve deneyimi ise genç ve güçlü bir bedendeyken tadar. Peki, hangisi daha iyi? Fiziksel olarak en güçlü olduğumuz anda zihinsel olarak en toy olmamız bir çelişki değil mi? Film, yaşlılığın bilgeliği ile gençliğin enerjisi arasındaki uyumsuzluğu yüzümüze vurur ve “ideal yaş” diye bir şeyin olmadığını fısıldar.
Pasif Bir Kahramanın Trajedisi
En tartışmalı yorumlardan biri de budur: Benjamin Button aslında pasif bir karakterdir. Hayatı boyunca olayları yönlendirmek yerine, olayların onu sürüklemesine izin verir. Bir denizci olur, savaşa katılır, aşık olur, terk eder… Ama tüm bunları sanki bir gözlemci gibi yapar. Kaderine isyan etmez, sadece onu kabul eder. Bu bir bilgelik midir, yoksa korkaklık mı? Fincher, belki de bize şunu söylüyordur: Ne kadar çabalarsak çabalayalım, hayatın akışını değiştiremeyiz. Benjamin’in pasifliği, aslında hepimizin içten içe bildiği ama kabullenmek istemediği o büyük çaresizliğin bir sembolüdür.
Zamanın Ötesinde Bir Soru
“Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”, her izlendiğinde farklı bir anlam katmanı sunan, karmaşık ve çok yüzlü bir yapım. Ölüm, kayıp, aşk, kader ve zamanın doğası üzerine cesur ve rahatsız edici sorular sorar. Bir başyapıt olup olmadığı tartışılabilir; süresinin uzunluğu, temposunun yavaşlığı eleştirilebilir. Ancak bir kült klasiği olmasının sebebi tam da budur: Kusurları ve sorduğu zor sorularla izleyiciyi pasif bir tüketiciden aktif bir düşünür haline getirir.
Film bittiğinde aklınızda kalan tek bir soru olur: Eğer hayatı tersten yaşasaydınız, farklı bir insan mı olurdunuz? Yoksa aynı hataları, aynı pişmanlıkları ve aynı aşkları tersten mi yaşardınız? Cevabı ne olursa olsun, bu soruyu sordurtması bile “Benjamin Button”ı sinema tarihinde eşsiz bir yere koymaya yetiyor.